RSS
Hoşgeldiniz!

Rio (2011)



Animasyonları seviyorum...Yormuyor, eğlendiriyor, zaman hızlı geçiyor hatta sonlara serpiştirilen duygu yüklü sahnelerle anlamsız triplere bile soktuğu oluyor. Rio da işte tam böyle bir animasyon. Aslında yapımcılar farklı bir taktikle, filmi ilk olarak "angry birds" hani şu i-phone'larda indirme rekorları kıran oyuna soktular ve filmin ilk reklamını oradan yaptılar.

Hikaye, doğal ortamından koparılan Blu'nun tropikal hayatına dönmesini ve Jewel'a karşı büyüyen aşkını anlatıyor. Animasyonların senaryolarını özetlemenin anlamı olmadığı için biz gözümüze çarpan noktalardan bahsedelim.

Animasyon, Ice Age serisinin yapımcısı Carlos Sandanha'nın elinden çıkmış. Kesinlikle bir Ice Age, Nemo değil ama izlemek oldukça keyifli. Bu arada film, sinemalara 3 boyutlu olarak gelmişti ama ben HD olarak izledim bunu belirteyim. Yani ne yazıkki 3D kalitesi konusunda yorum yapamayacağım.

Hikayenin önemli bir kısmı Brezilya, Rio'da geçiyor ve animasyon olmasına rağmen Rio'nun o doğal güzelliğine tekrar aşık oluyorsunuz. Grafiklerin kalitesi tartışılmaz, filmin içine giriveriyorsunuz.

Her yaş grubuna hitap eden bir yapım ve özellikle hayvanların doğal ortamlarından koparılmaması gerektiği mesajını ustaca veriyor. 8 9 yaşında bir çocuğun filmden çıktıktan sonra bu konuda bilinçlenmiş olması kaçınılmaz.

Akıllıca yapılmış espiriler hikayenin farklı noktalarına ustaca serpiştirilmiş ve tek başınıza izlerken bile kahkaha atabiliyorsunuz. Zaten animasyonları bu yüzden seviyorum.

Yapımda en hoşuma giden nokta, birçok animasyonda karşımıza çıkan o ağırlaşma, yavaş ilerleme bölümlerinin oldukça az olması...

Animasyonlar hakkında fazla düşünmeye, irdelemeye gerek yok. Eğlenceli vakit geçirmek istiyorsanız açın izleyin. Ama unutmayın bir Nemo değil. 10 üzerinden 7.5 verilir.

Inception (2010)



Tam finaller bitti, sonra yaz okulu derken uzun bir aradan sonra bloguma dönme vakti geldi. Dönüş ki ne dönüş... Uzun süredir sınavlardan dolayı sinemaya gidemiyordum en son Robin Hood macerası oldu sonra evden takipe girdik. Yazmadığım süre boyunca onlarca film izledim ve bir ksımını yazmaya çalışıcam. AMA.....

Dün gece uzun süredir beklediğim Inception'a gitmiş bulunmaktayım ve Dark Knight'tan beri süren "uğraşılmış film" hasretim sona erdi. En son Dark Knight bana gerçekten farklı unsurlar, yenilikler vermişti. Peki Kimin Filmiydi? Christopher Nolan. Inception kimin filmi? Christopher Nolan. Prestige? O da öyle. O zaman artık özel film bekleme süremizi 2 senede sabitleyebiliriz. 2 sene sonra yeni Batman karşımıza çıkacak, hep beraber salonları doldurup bi ohh çekeceğiz.

Filmin Konusuna illaki değineceğiz ama ne desem boş, anlatılamaz. Fenerbahçeli bir arkadaşınızın size o 2 dakikanın ardından yaşadığı duyguyu anlatamaya çalışması gibi.

Inception kelimesi başlangıç anlamını taşıyor, sadece rüyalarınızın başlangıcını hiç hatırlayabiliyormusunuz bunu düşünün ve verdiğim bu gereksiz bilgiyi unutun.

Cobb, babasının ona öğrettiği bir yöntemle insanların rüyalarına müdahale edebiliyor ve daha önemlisi rüyalarına girdiği insanların rüyada olduklarını bilmeden onlara yaklaşıyor. Rüyada olduğunuzu düşünün, gerçekliği sorgulayamazsınız ama işte o anda Cobb nerede olduğunu biliyor. Fakat burada önemli olan Cobb'un güçlü sakinleştiriciler yoluyla rüya içinde rüya yolculuğu yapması. Çok fazla açık olmadı sanırım ama gerçekten ne desem boş.

Nolan filmde o kadar iyi noktalarda karşımıza gerilimi sunuyorki, ne eksik ne fazla. Özellikle Cobb'un karısı ile tanıştığımız bölümler bu konuda gerçekten bitirme tezi niteliğinde. Görsel olarak da oldukça doyurucu bir film. Tek eksik görebildiğim nokta bazı bölümlerde konu ileyişi bakımından yavaşlamalar olabiliyor ama iki buçuk saatlik bir sinema destanında bu çokda göze batmıyor.

Filmin sonunda hem ilk - son sahne uyumu yakalanıyor hemde patlama noktasına gelen beynimiz son ferini de oracıkta bırakıyor:)

Oyuncu seçimleri oldukça başarılı. Dicaprio başrolde ve çok iyi iş çıkarıyor, film niteliği gereği oyuncuyu fazla zorlayabilecek bir film ama Leo gerçekten kusursuz. Tom Hardy (Eames) ve Joseph Gordon-Levitt (Arthur) hem filme çok yakışmışlar hemde böyle bir filmde bile işin içine sempatiklik katmışlar. Rüya mimarcımız ise Ellen Page namı diğer Juno. Kendisi başarılı ama ben başroldeki bu karakterin film içinde yeteri kadar etkin kullanıldığını düşünmüyorum.

Sonuç olarak şuan itibariyle IMDB top 250'de 9,2 puanla 3. sıraya yerleşen Inception benim son senelerde izlediğim en iyi filmlerden biri ama hangi sırada olduğunu, filmi tam sindiremediğim için belirleyemiyorum. 10 üzerinden 9 bu film için ideal puan.

Ne yaparsanız yapın bu filmi sinemada izleyin sonra zaten illaki 3 4 defa yine izleyeceksiniz. Sinemanın size sunduğu atmosferi en üst noktada yaşayabileceğiniz bir film hemde müzik seçimleri bakımındanda sinema keyfi bi ayrı oluyor.

Cebinizden taşınız eksik olmasın, Hürmetler Nolan.


----------------Filmi İzlemediyseniz Devamını Okumayın------------------------------

Piramiti görsel olarak oluşturmuşlar bakmanızı tavsiye ederim (burada), özellikle merdiven muhabbetini daha güzel anlatıyor. Ama benim kafam daha çok karıştı:)

İlk defa bir filim araya girdiğinde salondan ses çıkmadı, ben böyle birşey görmedim. Tahminim insanlar hangi tarafta olduklarını kestirmeye çalışıyorlardı...

The Invention of Lying (2009)



Dünkü " A Serious Man" hüsranından sonra bugün gerçekten çok güzel bir film izleyebildim. Gerçekten güzel! Hazır dersler başlamadan boş vaktim olduğu için elimden geldiğince böyle çok göz önünde olmayan filmleri izlemek hoşuma gidiyor. Ve inanın bu sefer acayip bir film yakaladım.

Günümüz dünyasını düşünün... Eşyalar, kıyafetler, teknoloji, yani neredeyse herşey aynı ama çok çok önemli bir farkla. Bu dünyada yalan icat edilmemiş, bahsettiğim şey sadece dürüst insanlardan oluşan bir dünyadan daha öte, yalan kavramı "lugat"ta bile yok, %0 yalan. Tahminim buradan sonra yoruma devam etmesem bile, birçoğunuz filmi izlemeye kalkacak; haklısınız çok orjinal bir fikir. Ama durun ve filmin sadece fikirden dolayı güzel olmadığını görün.

Mark Bellison (Ricky Gervais), "kaybedenler" dediğimiz sınıftan olan bir film senaristi. Bu hem fiziksel açıdan hemde hayatı bakımından geçerli. Kısa, şişman, ezik bir eleman Mark. Yalnız yaşayan, işten kovulmak üzere olan ve hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir adam. İşler yine Mark için ters gittiği sırada, o, bugüne kadar o dünyada kimsenin bulamadığı, düşünemediği birşeyi icat ediyor, yalan söylemek.... Yalan söylememeyi bırakın, yalanın varlığından bile haberi olmayan bir dünyada, onu sizin keşfettiğinizi düşünün. İşler güzel ilerlemeye başlar değilmi. Tam olarak canlandıramamış olabilirsiniz o yüzden şöyle söyleyeyim, ağzınızdan çıkan her türlü düşünce, tez, iddiayı karşı taraf kayıtsız, şartsız doğru kabul ediyor, hemde hepsini. Hoşunuza gitmeye başladı değil mi? Dünyanın en güzel/yakışıklı insanına (Adriana Lima, Gerard Butler, Megan fox vs. hiç farketmez) bir şekilde ulaştınız ve dedinizki benimle evlenmezsen eğer öleceksin, yalanın olmadığı dünyada onunla 2 hafta sonra balayında olmanız kaçınılmaz:) Güzel değilmi?

Şimdi magazinel düşünceleri bir kenara bırakalım ve yazarlarımızın (Ricky Gervais, Matthew Robinson) asıl ulaştıkları noktaya bakalım. Mark, yalanı icat ettikten sonra, annesinin ölmek üzere olduğunu görünce ve onun sonsuz bir hiçe doğru yolaldığı düşüncesiyle üzüldüğünün farkına varınca, ölmeden önce ona, çok güzel bir yere, sevdikleriyle bir malikhaneye gittiğini, burada sonsuza dek çok mutlu olacağını söyler. Bu yalanı duyan oradaki doktorlarda tabikide şoka girer ve bu haber bir şekilde yayılır, bütün dünya, Mark'ın yaşamdan sonrasını bildiğini konuşur. Tabiki de Mark'ın etrafı dünya basınıyla sarılır ve Mark'ta yalanının arkasında durması gerektiğini düşünerek, 10 maddelik bir yazı hazırlar ve bunun kendisine "gökteki adam" tarafından iletildiğini söyler. 10 emir? çokta farklı değil ama filmin üzerinde durduğu nokta kesinlikle sadece musevilik değil, din inancı. Bu dünyada ne yalan vardır ne de din olgusu(tesadüf?).

Sonuç olarak Mark bir nevi peygamber durumuna gelir ve işte film Mark'ın bu andan sonra yaşadıkları, yalanı icat etmeden önce tanıştığı Anna (jennifer Garner) ile olan yakınlaşması ve tabiki yalansız bir dünya üzerinde yoğunlaşır.

Film duygusal bir komedi ve her noktasıyla dikkat çekici. Yalan olmadığına göre, insanlar sadece mantıkları ile kurdukları çıplak düşünceleri doğrudan, tereddüt etmen söylüyorlar ve bu da çok güzel bir film oluşturuyor. Ricky Gervais'in hem yazıp yönettiği, hemde başrolü Jennifer Garner'la paylaştığı bu sinema şaheserini kesinlikle kaçırmayın. Son yarım saatin biraz yavaş ilerlemesi dışında gerçekten fazlasıyla başarılı, dolu bir film. Puanım 7,8...

-----------------------Filmi İzlemediyseniz Bundan Sonrasını Okumayın---------------------

"Pepsi, when they don't have coke" kısmına bittim resmen. Huzurevi için, "A Sad Place for Hopeless Old People", kilise içinde, "A quiet place, to think about the man in the sky" çok bombaydı. Ayrıca Mark'a verilen Jesus havasıda yazar arkadaşların cesaretinin son noktasıydı benim gözümde. Garson gelip, başaşçının ikramı diye tatlı veriyor ve bu safer güzel yapamamış diyor, Mark bunun üzerine güzel deyince, "stupid"i yapıştırıyor garson.

Bankaya tekrar gidip biraz daha fazla para almasında sakınca yoktu bence. Mark'ı bu kadarda melek göstermek, daha sonra mesih olmasından kaynaklanıyor herhalde...

Evet filmi cidden çok beğendim ama son kısımları doldurmaktada bayağı zorlanmışlar. Jennifer'ın düğün muhabbetleri falan çok yavaş ilerledi. Açıkçası bu kısımlarıda daha akıcı yapabilselerdi ,bu filme 8'den az not veremezdim....

A Serious Man (2009)



Yaklaşık 2 saat önce film izleyeceğim diye oturdum bilgisayarın karşısına ve geçen gün bulduğum, birçok sitede olumlu notlar almış A Serious Man'i açtım. Dürüst olmam gerekirse, filmi izlemeden önce aklımdaki şey Türkiye'de vizyona girmeyen ama İKSV'nin festivalinde gösterilmiş bu "şeyi" izleyip size çok göz önünde olmayan birşeyi sunabilmek, bir bok yapmışım tribine girmekti. Ama olmadı....Niye? Çünkü izlediğim şey gerçekten adi bir kara komediydi. Hiçbir zaman filmleri aşağılamak istememişimdir çünkü sonuçta ortada bir emek, bir sanat var, bir de söz konusu Coen Kardeşler olunca, kötü konuşmak beni üzer. Ama bir saniye ya... Bir film bu kadar eksik, sıkıcı, ilerlememeye mahkum olabilirmi? Olabilirmiş....

Filmimiz 60ların Amerikasında yaşayan Yahudi bir aileyi konu alıyor. Daha doğrusu bu ailenin babası Larry Gopnik'i (Michael Stuhlbarg). Larry, üniversitede fizik hocalığı yapmaktadır. Yahudi okulunda okuyan fazlasıyla yaramaz bir erkek çocuğa, okulu takmayan, bütün sorumluluklardan kaçan bir kıza, kendisini eski bir aile dostuyla aldatan, daha doğrusu artık onunla olmak, dolayısıyla boşanmak isteyen bir eşe, hayatı boyunca başarısız olmuş ve kardeşine yerleşmiş bir abiye, kendisini geçirmediği için ona rüşvet tuzağı kurmuş bir Koreli öğrenciye sahiptir.

Larry, dinine çok bağlıdır ve yaşadığı sıkıntıları aşmak için hahamlardan fikir almaya karar verir. Bu noktada film kendi içinde beşe ayrılmış. Giriş, Haham 1, Haham 2, Haham 3, Sonuç. Burada birinci haham ikinciden, ikinciside üçüncüden daha düşük rütbede ve tecrübededir. Bu noktada yazar, din adamlarının başarılı oldukları konuların sınırını çizmeye çalışmış diyebiliriz çünkü hahamların cevapları ve yorumları gerçek anlamda tatmin etmekten çok uzak.

Filmin odaklandığı nokta, Larry'nin, yaşadığı olaylar karşısında inancının sınanması diyebiliriz. Burada bahsettiğimiz inanç, salt dini inançlardan oluşmuyor tabikide, onun kendisine olan ve hayata karşı inancını da bu kapsama alabiliriz. Tamam, belki filmin hedefindeki olgular biraz kendini belli ediyor olabilir ama konuların oldukça soyut olmasıyla birlikte, kendinizi anlam karmaşasının içinde buluyorsunuz. Bunun üzerine, geçmek bilmeyen, yavaş sahneler eklenince, bu filmi izlemek için Larry'nin taşıdığı inancın ötesine geçmiş olmanız gerekiyor. Belki fazla ağır bir yorum oldu ama gerçekten çok sıkıldık be abi...

Kara komedi yapmak kolay bir iş değil tabikide ama bu noktada komedi unsurunu koyduğunuz bölümler ve dramın bu komediyi hazmetmesi gerçekten çok önemli. Filmde, sinirden güldüğüm noktalar oldu kabul ediyorum ama bu duygunun filme sabretmeye çalışmamdan dolayı ortaya çıkmış olabileceğinide ciddi olarak düşünüyorum.

Filmden aldığınız temel mesaj, hayatta senin canını sıkan birçok olayla ve durumla karşılaşıyosun ama bir de şu adamın durumuna bak, sen şanslısın! Aslında adamın çöldeki bedevilerden çok uzakta bir yaşamı yok diyebiliriz, yaşadığı olaylar gerçekten üzücü ve sinir bozucu, ama keşke biraz daha canlı kanlı bir film izleyebilseydik, resmen uyuttu. Notum 5,9. Bu kadar küfredip 6 ya yakın not vermemde sanırım Larry'e üzülmemin etkiside var. Oyuncular, prodüksyon falan konuşup, parmaklarımı yoramayacağım, kusura bakmayın...

Filmin en çok beğendiğim kısmı, Jefforson Airplane'nin "Somebody to Love" şarkısının çalmasıydı, buyrun benden size yazının tek güzel kısmı....

"Snatch"giller....



Bilmiyorum farkındamısınız ama, şu anda yeryüzünde Snatch'i izlememiş olan, yani yaşadığımız o ilk heyecanı (Sizinde birden fazla izlediğinizi düşünüyorum) yaşama potansileyine sahip milyarlarca insan var.... Milyarlarca şanslı insan. Snatch'i izleyen herkesin izleyip beğendiği veya izlediği zaman % 100, biraz daha realist olmamız gerekirse % 200 beğeneceği ufak bir liste yapıyorum ve bu filmleri zaman içinde tekrar izleyip, teker teker inceleyeceğiz.

- Snatch (2000)
- Usual Suspects (1995)
- Lock, Stock & 2 Smokin Barrels (1998)
- Layer Cake (2004)
- RocknRolla (2008)

$1,858,866,889!!


Yorumsuz....

Marji Tim Burton Cannes'da Jüri Başkanı


Edward Scissorhands, eski Batman serileri ve Mars Attacks'ın Marjinal Yapımcı-Yönetmeni Tim Butron, 12-23 Mayıs Tarihlerinde Yapılacak olan Cannes Film Festivalinde Jüri Başkanlığına seçildi. E ne diyelim, yakışır. Cannes'ın resmi sitesi, anasayfasını her yönüyle Tim Burton'a ayırmış.

Resmi Siteyi ziyaret etmek için tıklayın...