The Invention of Lying (2009)



Dünkü " A Serious Man" hüsranından sonra bugün gerçekten çok güzel bir film izleyebildim. Gerçekten güzel! Hazır dersler başlamadan boş vaktim olduğu için elimden geldiğince böyle çok göz önünde olmayan filmleri izlemek hoşuma gidiyor. Ve inanın bu sefer acayip bir film yakaladım.

Günümüz dünyasını düşünün... Eşyalar, kıyafetler, teknoloji, yani neredeyse herşey aynı ama çok çok önemli bir farkla. Bu dünyada yalan icat edilmemiş, bahsettiğim şey sadece dürüst insanlardan oluşan bir dünyadan daha öte, yalan kavramı "lugat"ta bile yok, %0 yalan. Tahminim buradan sonra yoruma devam etmesem bile, birçoğunuz filmi izlemeye kalkacak; haklısınız çok orjinal bir fikir. Ama durun ve filmin sadece fikirden dolayı güzel olmadığını görün.

Mark Bellison (Ricky Gervais), "kaybedenler" dediğimiz sınıftan olan bir film senaristi. Bu hem fiziksel açıdan hemde hayatı bakımından geçerli. Kısa, şişman, ezik bir eleman Mark. Yalnız yaşayan, işten kovulmak üzere olan ve hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir adam. İşler yine Mark için ters gittiği sırada, o, bugüne kadar o dünyada kimsenin bulamadığı, düşünemediği birşeyi icat ediyor, yalan söylemek.... Yalan söylememeyi bırakın, yalanın varlığından bile haberi olmayan bir dünyada, onu sizin keşfettiğinizi düşünün. İşler güzel ilerlemeye başlar değilmi. Tam olarak canlandıramamış olabilirsiniz o yüzden şöyle söyleyeyim, ağzınızdan çıkan her türlü düşünce, tez, iddiayı karşı taraf kayıtsız, şartsız doğru kabul ediyor, hemde hepsini. Hoşunuza gitmeye başladı değil mi? Dünyanın en güzel/yakışıklı insanına (Adriana Lima, Gerard Butler, Megan fox vs. hiç farketmez) bir şekilde ulaştınız ve dedinizki benimle evlenmezsen eğer öleceksin, yalanın olmadığı dünyada onunla 2 hafta sonra balayında olmanız kaçınılmaz:) Güzel değilmi?

Şimdi magazinel düşünceleri bir kenara bırakalım ve yazarlarımızın (Ricky Gervais, Matthew Robinson) asıl ulaştıkları noktaya bakalım. Mark, yalanı icat ettikten sonra, annesinin ölmek üzere olduğunu görünce ve onun sonsuz bir hiçe doğru yolaldığı düşüncesiyle üzüldüğünün farkına varınca, ölmeden önce ona, çok güzel bir yere, sevdikleriyle bir malikhaneye gittiğini, burada sonsuza dek çok mutlu olacağını söyler. Bu yalanı duyan oradaki doktorlarda tabikide şoka girer ve bu haber bir şekilde yayılır, bütün dünya, Mark'ın yaşamdan sonrasını bildiğini konuşur. Tabiki de Mark'ın etrafı dünya basınıyla sarılır ve Mark'ta yalanının arkasında durması gerektiğini düşünerek, 10 maddelik bir yazı hazırlar ve bunun kendisine "gökteki adam" tarafından iletildiğini söyler. 10 emir? çokta farklı değil ama filmin üzerinde durduğu nokta kesinlikle sadece musevilik değil, din inancı. Bu dünyada ne yalan vardır ne de din olgusu(tesadüf?).

Sonuç olarak Mark bir nevi peygamber durumuna gelir ve işte film Mark'ın bu andan sonra yaşadıkları, yalanı icat etmeden önce tanıştığı Anna (jennifer Garner) ile olan yakınlaşması ve tabiki yalansız bir dünya üzerinde yoğunlaşır.

Film duygusal bir komedi ve her noktasıyla dikkat çekici. Yalan olmadığına göre, insanlar sadece mantıkları ile kurdukları çıplak düşünceleri doğrudan, tereddüt etmen söylüyorlar ve bu da çok güzel bir film oluşturuyor. Ricky Gervais'in hem yazıp yönettiği, hemde başrolü Jennifer Garner'la paylaştığı bu sinema şaheserini kesinlikle kaçırmayın. Son yarım saatin biraz yavaş ilerlemesi dışında gerçekten fazlasıyla başarılı, dolu bir film. Puanım 7,8...

-----------------------Filmi İzlemediyseniz Bundan Sonrasını Okumayın---------------------

"Pepsi, when they don't have coke" kısmına bittim resmen. Huzurevi için, "A Sad Place for Hopeless Old People", kilise içinde, "A quiet place, to think about the man in the sky" çok bombaydı. Ayrıca Mark'a verilen Jesus havasıda yazar arkadaşların cesaretinin son noktasıydı benim gözümde. Garson gelip, başaşçının ikramı diye tatlı veriyor ve bu safer güzel yapamamış diyor, Mark bunun üzerine güzel deyince, "stupid"i yapıştırıyor garson.

Bankaya tekrar gidip biraz daha fazla para almasında sakınca yoktu bence. Mark'ı bu kadarda melek göstermek, daha sonra mesih olmasından kaynaklanıyor herhalde...

Evet filmi cidden çok beğendim ama son kısımları doldurmaktada bayağı zorlanmışlar. Jennifer'ın düğün muhabbetleri falan çok yavaş ilerledi. Açıkçası bu kısımlarıda daha akıcı yapabilselerdi ,bu filme 8'den az not veremezdim....

A Serious Man (2009)



Yaklaşık 2 saat önce film izleyeceğim diye oturdum bilgisayarın karşısına ve geçen gün bulduğum, birçok sitede olumlu notlar almış A Serious Man'i açtım. Dürüst olmam gerekirse, filmi izlemeden önce aklımdaki şey Türkiye'de vizyona girmeyen ama İKSV'nin festivalinde gösterilmiş bu "şeyi" izleyip size çok göz önünde olmayan birşeyi sunabilmek, bir bok yapmışım tribine girmekti. Ama olmadı....Niye? Çünkü izlediğim şey gerçekten adi bir kara komediydi. Hiçbir zaman filmleri aşağılamak istememişimdir çünkü sonuçta ortada bir emek, bir sanat var, bir de söz konusu Coen Kardeşler olunca, kötü konuşmak beni üzer. Ama bir saniye ya... Bir film bu kadar eksik, sıkıcı, ilerlememeye mahkum olabilirmi? Olabilirmiş....

Filmimiz 60ların Amerikasında yaşayan Yahudi bir aileyi konu alıyor. Daha doğrusu bu ailenin babası Larry Gopnik'i (Michael Stuhlbarg). Larry, üniversitede fizik hocalığı yapmaktadır. Yahudi okulunda okuyan fazlasıyla yaramaz bir erkek çocuğa, okulu takmayan, bütün sorumluluklardan kaçan bir kıza, kendisini eski bir aile dostuyla aldatan, daha doğrusu artık onunla olmak, dolayısıyla boşanmak isteyen bir eşe, hayatı boyunca başarısız olmuş ve kardeşine yerleşmiş bir abiye, kendisini geçirmediği için ona rüşvet tuzağı kurmuş bir Koreli öğrenciye sahiptir.

Larry, dinine çok bağlıdır ve yaşadığı sıkıntıları aşmak için hahamlardan fikir almaya karar verir. Bu noktada film kendi içinde beşe ayrılmış. Giriş, Haham 1, Haham 2, Haham 3, Sonuç. Burada birinci haham ikinciden, ikinciside üçüncüden daha düşük rütbede ve tecrübededir. Bu noktada yazar, din adamlarının başarılı oldukları konuların sınırını çizmeye çalışmış diyebiliriz çünkü hahamların cevapları ve yorumları gerçek anlamda tatmin etmekten çok uzak.

Filmin odaklandığı nokta, Larry'nin, yaşadığı olaylar karşısında inancının sınanması diyebiliriz. Burada bahsettiğimiz inanç, salt dini inançlardan oluşmuyor tabikide, onun kendisine olan ve hayata karşı inancını da bu kapsama alabiliriz. Tamam, belki filmin hedefindeki olgular biraz kendini belli ediyor olabilir ama konuların oldukça soyut olmasıyla birlikte, kendinizi anlam karmaşasının içinde buluyorsunuz. Bunun üzerine, geçmek bilmeyen, yavaş sahneler eklenince, bu filmi izlemek için Larry'nin taşıdığı inancın ötesine geçmiş olmanız gerekiyor. Belki fazla ağır bir yorum oldu ama gerçekten çok sıkıldık be abi...

Kara komedi yapmak kolay bir iş değil tabikide ama bu noktada komedi unsurunu koyduğunuz bölümler ve dramın bu komediyi hazmetmesi gerçekten çok önemli. Filmde, sinirden güldüğüm noktalar oldu kabul ediyorum ama bu duygunun filme sabretmeye çalışmamdan dolayı ortaya çıkmış olabileceğinide ciddi olarak düşünüyorum.

Filmden aldığınız temel mesaj, hayatta senin canını sıkan birçok olayla ve durumla karşılaşıyosun ama bir de şu adamın durumuna bak, sen şanslısın! Aslında adamın çöldeki bedevilerden çok uzakta bir yaşamı yok diyebiliriz, yaşadığı olaylar gerçekten üzücü ve sinir bozucu, ama keşke biraz daha canlı kanlı bir film izleyebilseydik, resmen uyuttu. Notum 5,9. Bu kadar küfredip 6 ya yakın not vermemde sanırım Larry'e üzülmemin etkiside var. Oyuncular, prodüksyon falan konuşup, parmaklarımı yoramayacağım, kusura bakmayın...

Filmin en çok beğendiğim kısmı, Jefforson Airplane'nin "Somebody to Love" şarkısının çalmasıydı, buyrun benden size yazının tek güzel kısmı....

"Snatch"giller....



Bilmiyorum farkındamısınız ama, şu anda yeryüzünde Snatch'i izlememiş olan, yani yaşadığımız o ilk heyecanı (Sizinde birden fazla izlediğinizi düşünüyorum) yaşama potansileyine sahip milyarlarca insan var.... Milyarlarca şanslı insan. Snatch'i izleyen herkesin izleyip beğendiği veya izlediği zaman % 100, biraz daha realist olmamız gerekirse % 200 beğeneceği ufak bir liste yapıyorum ve bu filmleri zaman içinde tekrar izleyip, teker teker inceleyeceğiz.

- Snatch (2000)
- Usual Suspects (1995)
- Lock, Stock & 2 Smokin Barrels (1998)
- Layer Cake (2004)
- RocknRolla (2008)

$1,858,866,889!!


Yorumsuz....

Marji Tim Burton Cannes'da Jüri Başkanı


Edward Scissorhands, eski Batman serileri ve Mars Attacks'ın Marjinal Yapımcı-Yönetmeni Tim Butron, 12-23 Mayıs Tarihlerinde Yapılacak olan Cannes Film Festivalinde Jüri Başkanlığına seçildi. E ne diyelim, yakışır. Cannes'ın resmi sitesi, anasayfasını her yönüyle Tim Burton'a ayırmış.

Resmi Siteyi ziyaret etmek için tıklayın...

The Wrestler (2008)




Amerikan Güreşi (Pankreas) biz Türkler için, uyku problemi çektiğimiz gecelerde Flash TV de izlediğimiz abartılı dövüş müsabakalarını ifade eder. Özellikle dublajı yapan arkadaşın coşkusuyla da ayrı bir hava yakalarız ve sabahın 5inde alakasız bir şekilde gaz oluruz. Bunun dışında açıkçası Amerikan güreşinin ilgimi çeken birşey olmadığını söyleyebilirim.

Randy "the Ram" (Mickey Rourke), 50 yaşına merdiven dayamış bir güreşçidir. Yaşı ilerlemesine rağmen o bir veteran olarak müsabakalara çıkmaya devam etmektedir. Yalnız bir hayat süren Randy, doktorunun, kalbindeki rahatsızlık nedeniyle güreşi bırakmasını söylemesinden sonra yıllardır görüşmediği kızıyla arasını düzeltmeye çalışır. Müdavimi olduğu striptiz kulübündeki favorisi, orta yaşlı Cassidy'den (Marisa Tomei) hoşlanan Randy, kızına yaklaşma konusunda da ondan yardım alır.

Film, orta yaşların sonlarına gelmiş bir adamın yalnızlık korkusuna odaklanıyor. Filmin introsunda bize, Randy'nin önceden oldukça popüler bir güreşçi olduğu hissettiriliyor. Fakat Randy'i görür görmez artık o günlerin çok geride kaldığını anlıyorsunuz. Yaşadığı prefabrik yerin bile kirasını karşılamakta zorlanan Randy, hem çıktığı maçlardan hemde çalıştığı marketten para kazanarak geçinmeye çalışıyor. Randy'nin ne kadar yalnız olduğunu farketmeniz uzun sürmüyor. Bir kere yalnız yaşıyor ve mahallesindeki küçük çocuklar, gösteri yaptığı güreşçiler ve striptiz kulübündeki Cassidy ile kurduğu arkadaşlıklar hayatını dolduruyor. Ama ailem diyebileceğiniz hiçkimse yokken ne kadar doldurabilirsiniz hayatı? Aslında filmin temel aldığı şey, Randy'nin, kendisini koşulsuz destekleyen hayranlarının aynı zamanda hayatındaki tek destekçileri olup olmadığını sorgulaması.

Randy'i son bir dövüş beklemektedir. Yıllar önce yapılan ve bir efsane haline gelmiş olan Randy - Ayetollah(Bob) dövüşü, hayran festivali için bir daha yapılmak istenir ve Randy'e teklif edilir. Bakalım Randy ring dışında neredeyse kimsenin değer vermediği canını korumak için dövüşten vazmıgeçecek, yoksa değerli olduğu tek yer olan o ringe çıkıp, hayattaki tek ailesi olan hayranları için canını tehlikeye mi atacak.

Film Mickey Rourke'nin şovu dersem çok abartmış olmam heralde. Adam döktürmüş adeta, Randy'nin bütün ruh halini, tüm çıplaklığıyla o kadar iyi sergiledi ki, Randy'nin aslında gerçek olduğunu ve hatta Mickey Rourke'nin bizzat bu adam olduğunu düşünmek çok da zor olmadı.

Gerçek bir dram izlemek istiyor fakat sinemanın bu türündeki sıkıntınız konunun fazla yavaş ilerlemesi ise, The Wrestler sizin için biçilmiş kaftan. Filme başlayıp sıkıcı bulan sonrada hemen kapatan arkadaşlarım var ama siz onlara uymayın, bu film gerçek anlamda her karesiyle uğraşılmış bir eser. Açıkçası filmi izlemek için 1 sene beklediğime mi yanayım yoksa, muhteşem bir performans şölenini kaçıran bıkkın arkadaşlarıma mı karar veremiyorum. Mutlaka ama mutlaka izleyin, pişman olmayacaksınız. Puanım 8. Aslında Darren Aronofsky'nin (Requiem for a Dream ve Pi'den hatırlıyoruz) yönettiği filme 7,5 civarı bir not verecektim ama bence böyle bir konusu olan filmin, bu kadar akıcı işlenmesi ve konusunun ağırlığına rağmen kendinizi kaptırabilmeniz, 8'i fazlasıyla hakettiriyor.





-------------------Filmi İzlemediyseniz Devamını Okumayın-----------------





Filmin en güzel yanlarından biri, önemli konularda boşluklar, soru işaretleri koyarak sizi hayal gücünüzü kullanmaya zorlaması. Randy'nin kızı var ama annesi ile ilgili hiçbir ipucu yok. ayrıca filmi izleyip Randy'nin aslında çok iyi bir insan olduğunu düşünmek kaçınılmazken, geçmişte önemli hatalar yaptığınıda düşünüyorsunuz. Ayrıca film öyle bir noktada bitiyorki, yönetmen Darren Aronofsky (Requiem for a Dream ve Pi'den hatırlıyoruz) senaryonun son sayfasını sizin doldurmanızı istemiş.

Up In The Air (2009)



Hayatınızı insanları işlerinden kovarak kazandığınızı düşünün. Daha önce hiç görmediğiniz, tanımadığınız, farklı şehirlerdeki, farklı mesleklerdeki insanları. İşte Ryan Bingham (George Clooney), tam olarak böyle bir işe sahip. Fakat onun hayatına asıl yön veren durum, insanları kovarak para kazanmasından çok, yılın önemli bir kısmını uçarak geçirmesidir. Öyleki hayattaki en büyük amaçlarından biri 10 milyon mil puana ulaşabilmektir.

Sürekli uçakla seyahat eden Ryan her seyahatinde yanına sadece küçük boy bir valiz alıyor. Tek valizle seyahat etmesi üzerine seminerler bile düzenleyen Ryan'ın bir gün karşısına Alex (Vera Farmiga) çıkar ve Ryan ondan çok etkilenir. Bunun sebebi, kendisinde gördüğü özgürlüğe olan düşkünlüğü ve ilişkilerdeki rahatlığı Alex'te de görmesidir. İkilinin "casual relationship" olarak başlayan yakınlaşması, Ryan'ın sorgulamaları ve edineceği yeni tecrübelerle farklı noktalara ilerlemeye başlar

Diğer taraftan, Ryan'ın bağlı olduğu şirkete yeni giren Psikoloji mezunu Natalie'de (Anna Kendrick) zekası ve sivriliğiyle Ryan'ın dikkatini çeker ve Ryan ona bu işin yüz yüze yapılmasındaki önemi göstermeye karar verir. Çünkü Natalie'ye göre bu işin internet üzerinden yapılması masrafları oldukça azaltacaktır.

George Clooney dünya üzerindeki birçok kadının hayallerini süsleyen bir adam. Öyle ki bir çoğuna göre onun karizmasının karşısında, Brad Pitt'in "Güzelliğinin" bile pek bir şansı yok. Hayır, kendisinin tipine laf atacak kadar muhalefet bir adam değilim ama bence onun karizmasındaki en önemli rolü ses tonu oynuyor. Böyle ses tonuna sahip bir adamı yanınıza alıp, herhangi bir kızı istemeye gidebilirsiniz, %100 başarı garantisi verebilirim :).... George Clooney'i her zamanki cool tavırlarıyla görmekteyiz yine. Sabrının ölçüldüğü bir kaç sahne dışında, yine oldukça sakin ve başarılı. Açıkçası biz sinemaseverler, performansını uzun bir süre daha eleştiremeyeceğiz gibi görünüyor, kusursuz.

Vera Farmiga tipindeki kadınlara oldum olası ısınamamışımdır. Sarah J. Parker sınıfına sokabileceğimiz bu grup bana her zaman fazla soğuk, kendini beğenmiş geliyor. Kendisi rolünde başarılıydı ama dediğim gibi, ben yine önyargılarımın eline düşmüş durumdayım.

Benim için filmin yıldızı açık ara Anna Kendrick'ti. Fazla titiz, yer yer itici, kendini beğenmiş Natalie karakterini o kadar iyi oynadıki, bundan sonraki filmlerinde onu izlerken aklıma her zaman bu hali gelecek. Filmi izledikten sonra sizde bana hak vereceksiniz. Helal olsun bacım, 10 puan sana.

İşten çıkarılan insanların tepkileri, duyguları filme çok farklı bir renk getirmiş açıkçası. Bu bölümlerde gerçekten insani duygularınızı bastırmakta zorlanıyorsunuz. Filmin özellikle küresel kriz dönemine denk gelmeside gerçeklik olgusunu yükseklere taşımış. Bu noktada Jason Reitman'ı tebrik etmek gerekiyor.

Hani bazen "bir film izleyeyimde hem zaman geçsin, hem de zevk alabileyim, öyle aşırı bir beklentim yok" tribine gireriz ya, (valla bana oluyor) işte Up In The Air, o film. Bu filmden "Oh yea man!" veya "bu neydi ya...(ya yerine a ve q harflerinide koyabilirsiniz)" diyerek çıkmaycağınızın garantisini verebilirim. Film tam bir "sonu belli filmler" kategorisinde diyecekken, bir sahne bu durumu etkilemeye çalışmış!?... Puanım 7, izleyin.....



------------------Buradan Sonrasını Filmi İzlemediyseniz Okumayın-----------------------



10 milyon mil? Ebenin Ryna demek istiyorum. Sonlara doğru kız kardeşi ve onun kocasına 500.000'er puan transfer ediyor ve bu dünyayı gezmek için yeterliymiş. 10 Milyonla ne yapılır siz düşünün.. Maşallah..

Filmin dönüm noktası açık ara, Ryan'ın Alex'e süpriz yapmak istemesi ve Alex'in çocuklarını ve kocasını öğrenip .öt olması.... Orada bizim George cidden namusu lekelenmiş, gururuyla oynanmış saf kişilik tribine giriyor. Eee kim tahmin ederdi Issız Adamın Alex olacağını:))

Pineapple Express (2008)



Özellikle son 20 yılda çekilmiş Hollywood filmlerinin yarısından fazlasında uyuşturucular bir şekilde karşımıza çıkıyor. Bazen filmin temelini oluşturan esrar, eroin, kokain gibi maddeler bazen konuyu güçlendirmek bazen de eğlence katmak için kullanılıyor. Son zamanlarda çekilmiş ve içinde "uyuşturucu" bulunan birçok komedi filmi izledik. Hangover, Harold & Kubar serileri, Knocked up, Pineapple express... saymayı bırakıyorum çünkü son 3 senedeki aile veya romantik komedi türüne girmeyen bütün filmlerde uyuşturucu var galiba.
Komedi filmlerini çok seviyorum ama tahminim en çok seçici olduğum tür de bu, çünkü bu güne kadar sayısız komedi filmini izlememe rağmen, tatmin olduğum film sayısı çok az. Geyiği bir kenara bırakıp filmimize bakalım.
Dale (Seth Rogen), hayatını tebligat mektubu dağıtarak kazanmaktadır. Bu bazen bir kredi kartı borcuyla bazende mahkemeyle alakalıdır. Lisede okuyan, kendisinden 6 7 yaş küçük bir sevgilisi vardır. Dale esrarı çok sevmektedir ve sürekli aynı kişiden, Saul (James Franco)'dan alışveriş yapar. Saul'da geçimini esrar satarak sağlayan ve sürekli evinde ot içen bir tiptir. Dale bir gün Saul'dan bir miktar "pineapple express" isimli esrardan alır ve işine döner fakat tebligat mektubu götüreceği evin önündeyken bir cinayete tanık olur. Cinayeti işleyenler de Saul'a esrar satan Ted Jones ve bir kadın polis olunca işler karışır.
Başrolde Seth Rogen var. Kendisini komedi filmi olarak ilk "The 40 Year Old Virgin"de görmüştüm ve çok başarılıydı. Sonra, Knocked Up, SuperBad ve Funny People takip etti. Bu filmde üzerine düşeni yapmaya çalışmış ama ben bir türlü Seth Rogen'a başrol oyuncusu olarak bakamıyorum , tam bir ikinci adam tipi var onda, o yüzden Knocked Up'ı pek beğenmemiştim.
Yardımcı başrolde ise Spiderman'in Harry Osborn'u James Franco var. Filmin benim gözemdeki yıldızı kesinlikle James çünkü rolüne kendini o kadar kaptırmışki, gerçek bir junky modundaydı. Rolüne ne şekilde çalıştı bilmiyorum ama kesinlikle hakkını vermemiz gerekiyor.

Film Güzelmiydi? Fena değil diyebilirim, bu tarz komedileri genellikle çıkar çıkmaz izlerim ama baktığım zaman geçtiğimiz 2 sene izlemeyerek pek birşey kaybetmemişim.... Komikmiydi? Açıkçası beni güldüren birkaç tane ince espiri ve hareket vardı ama iyi bir komedi filmi olduğunu düşünmüyorum. İnternette yorumlara baktığımda çok olumlu yorumlar da var ama dediğim gibi komedi filmi konusunda çok farklı bir zevke sahibim. Her zaman favorim önce Absurd Komedilerdir, örneğin Top Secret (1984) ve Jane Austen's Mafia! (1998) bana göre çok özel filmlerdir. Eğer bahsettiğimiz Pineapple Express tarzı komedilerse, bu film kendine çok altlarda yer bulabilir. Özellikle Hangover'ı izlemediyseniz, bu filme zaman ayırmanızı hoş karşılamam.

Filme normal şartlarda 6,0 verirdim ama sonlardaki aksiyon sahnelerinin, bu tarz bir film için ayrı bir çaba olduğunu düşünüyorum ve 6,5 veriyorum. 0,1 bile arttıramam......

------------------Filmi İzlemediyseniz Buradan Sonrasını Okumayın----------------

Bütün yönetmenlerin komedi filmlerinde zencilerin duygusal taraflarını açığa vurarak komedi yapmaya hefesli oluklarını düşünmeye başladım. Aslında baktığımızda çokta haksız değiller galiba, ayrı bir güzellik katıyor bu durum ama Lets Go to Prison'daki abimizin başarısı çok daha büyüktü bunu kabul etmeliyiz.

Dale'in babaannesini bence çok daha etkili kullanılabilirdi. Böyle bir filmde o kadına biraz pislik katarak filmin başarısını arttırabilirlerdi, yazık olmuş...

The-Numbers.com




Google'da bilgi araken yakaladım, bilenler vardır belki aranızda ama sinema severler için süper bir site. Neler yokki içinde... Filmlerin hasılatları, bütçeleri, DVD satışları, yıllara göre Oscar kazananlar, dedikodular, fragmanlar.....

Bir göz atın derim, güzel zaman geçiriyor insan. Bu arada Karayip Korsanlarının son serisi "At World's End" için 300 milyon $ harcanmıştı, rekor elinde ve kolay kolay bırakmaz tahminim, düşünün Avatar bile 237 milyon $'a çekilmişti.
Diğer bir nokta ise Avatar-Titanic çekişmesi. Haftalardır gazete ve İnternet sitelerinde dolaşan soru, Avatar'ın hasılatta Titanic'i geçip geçemeyeceğiydi? Titanic 1,84 milyar $ hasılat yapmıştı. Avatar şuanda 1,62 milyar $ seviyesinde. Avatar'ın en azından bir süre daha bazı salonlarda oynayacağını hesaba katarsak, galibiyet kokusu alıyorum. James Cameron kendiyle yarışıyor dersek heralde yanlış olmaz.

Bu arada rakamlar sürekli güncelleniyor, takip ederseniz sizde sitenin başarısını görüceksiniz.

Üzgünüm UnjustLucifer!


Filmlerle ilgili bir blog açma fikrini sevgili arkadaşım UnjustLucifer'ın DVDMovieWorld adlı blogunu takip etmeye başladıktan sonra edinmişti. Film izleme sayısı bakımından pek fazla yarışma şansım bulunmayan UnjustL. (Adam bildiğin izlediği filmlerin listesine sahip) güzel bir bloga sahip ve 5 6 tane daha yazar arkadaşla birlikte işini yapıyor. Bende film seçerken bu sitedeki yorumlara bir göz atarım.

Yaklaşık 2 ay önce DVDMovieWorld'ü kurcalarken çok güzel bir haber yakalamıştım. Süper yetenek Edward Norton, Iron Man 2'de rol alacaktı. O anda nasıl mutlu olduğumu size anlatamam. AMA... Geçen hafta youtube'dan trailer'ını izledim serinin ikinci filminin ve süperdi fakat o da ne bizim Edward ortalarda yoktu! IMDB'ye girdim korka korka, birde baktım Edward arazi, filmin kadrosunda yok , çok üzüldüm, yastayım...

Edward Norton'suz Iron Man 2 fragmanı için tıklayın...

Let's Go to Prison (2006)


Son zamanlarda çok garip bir takıntımın olduğunu farkettim. Eğer bir film, başrol oyuncusunun arka fondaki anlatımıyla başlıyorsa, beni tavlamaya yetiyor. Yani filmi beğenmemi sağlamıyor belki ama onu izlenebilir kılıyor, ilginç.

John, 30 yaşına bile gelmeden, ilki 8 yaşında olmakla birlikte 3 kere hapise girmiştir ve bu 3 mahkumiyet kararını da aynı yargıç, Nelson Biederman III vermiştir.John son cezasınıda çektikten sonra yargıçtan intikam almaya karar verir, fakat yargıç ölmüştür ve intikamını alabileceği tek kişi yargıçın oğlu Nelson Biederman IV'dür. Oğul Nelson, züppe, kimseyi takmayan, sadece parasına güvenen bir tiptir ve başkanı olduğu vakıf üyeleri tarafından bile sevilmemektedir. John bir şekilde Nelson'un hapise girmesine neden olur fakat kendisininde orada olmadıktan sonra tatmin olamayacağını düşünür ve Nelson'un hayatını tamamen mahvetmek için kendisini aynı hapise attırır. Film bu ikilinin hapiste yaşadıkları komik olayları anlatıyor.

Başrollerde Dax Shepard ve Will Arnett var.Shepard, Jessica Simpson'un başrolde olduğu Employee of the Month adlı filmde oynamıştı. Film iyi değildi ama Dax oynadığı takıntılı, garip karakter Vince'i iyi canlandırmıştı. Will Arnett'i ise ilk defa görmüş olabilirim ama onu küçümseyemeyiz çünkü COD-ModernWarefare2(Şuana kadar yapılmış en iyi savaş oyunu) ve Ice Age 2 gibi yapımlarda seslendirme yapmış. Will'in performansını gerçekten beğendim ama Dax Shepard'da beni rahatsız eden birşey var. Adam gereksiz vücut yapmış ve o kafaya o vücut çok komik duruyor. (Çok şekilciyim galiba).

Benim filmdeki favorim yine başrol dışından, Barry (Chi McBride). Kendisini Terminal'den biliyoruz (temizlik görevlisi). Filmde gay bir mahkumu oynuyor ve açıkçası film ne zaman duraksamaya başlasa o ortaya çıkıp filmi kurtarıyor.

Bazı filmleri izlemeye başlamadan önce fazla bir beklentiye girmezsiniz, bu film de benim için öyleydi, o yüzden zevk aldım diyebilirim. Zaten 80 dakika olduğu için çok fazla yayılmıyor. İzleyin derim, pişman olmazsınız ama sizde çok fazla beklentiye girmeyin, karnınıza ağrılar girmez ama güldürür, puanım 6,3.

-----------Filmi İzlemediyseniz Bundan Sonrasını Okumayın-----------------

Barry ne zaman konuşmaya başlasa arkadan veriyorlar erotik bir müzik ve ben dağılmaya başlıyorum. 150 kiloluk bir zenci, yarısı kadar etmeyen bir beyaza yazmaya çalışınca gülmemek olmuyor tabi.

Filmin sonunda o şarap olayı yerine başka bir şeye bağlasalarmış keşke, bayık olmuş. Jüri'yi filmin sonunda tehdit edip şaraba 100 puan verdirdinde ne oldu. Bazı filmleri sadece bitirmek için bitirdiklerini düşünüyorum. Kötü film değil sonuçta, sonunuda biraz zorlasalarmış keşke, neyse...

Desperado (1995)



Desperado'yu ilk izlediğimde heralde 9-10 yaşındaydım. Daha sonra orta okulda filmi bir daha izlemiştim ve tabikide daha bir anlam ifade etmişti. Hazır aradan 8 sene geçmişken ve Planet Terror hayal kırıklığım tazeyken dedim Rodriguez'e olan öfkemi dindireyim ve Desperado'yu bir daha izlyeyeyim. İykide izlemişim.

Robert Rodriguez'in Desperado'yu Hollywood setlerine taşıması, onun dünya tarafından tanınmasını sağlayan El Mariachi(Gitarım ve Silahım) adlı düşük bütçeli (7000$) filmiyle başlar. Filmin çok beğenilmesi üzerine Rodriguez paraya kıyıp benzer senaryoyu daha yüksek bütçeyle Desperado'yu çeker. (7.000.000$).

El Mariachi (Antonio Banderas) karısının intikamını almak için uyuşturucu patronu Bucho'nun'nun ( Joaquim de Almeida) karşısına yavaş yavaş gelmektedir. Meksika'da kasabaları geçtikçe, hikayesi bir efsane gibi dilden dile dolaşmaktadır. Öyle bir efsane olmuştur ki, Bucho'nun adamlarının bir kısmı bile onun varlığına inanmamaktadırlar. El Mariachi'nin yanında arkadaşı Buscemi'de (Steve Buscemi) vardır ve bir yandan onun efsanesini yaymakta, bir taraftan da onu kanlı intikamdan vazgeçirmeye çalışmaktadır. El Mariachi, Bucho kasabasına geldiğinde Carolina (Salma Hayek) ile tanışır ve birbirlerine aşık olurlar. Bakalım El Mariachi intikamını alabilecek mi?

Film 1 saat 40 dakika.. Daha uzun olabilirdi çünkü sonuç kısmı biraz hızlı gelişiyor, en azından 2 saate uzatabilirlermiş.

El Mariachi karakteri için bir aktör yaratılmaya çalışılsa heralde Antonio Banderas'tan pek farklı bir tip çıkmazdı sanırım ortaya. Aksanı, fiziği, saçlar falan cidden 10 numara bir seçim olmuş. Kendisi gayet başarılı bir iş çıkarmış. Salma Hayek'in oyunculuğu ile ilgili yorum yapmak isterdim ama inanın öyle bir kadın çıkıyorki karşınıza filmde, konuşmadan konuşuyor zaten, ben Hayek'in daha daha güzel olduğu bir film hatırlamıyorum. Biraz ciddi olursak, özellikle filmin coğrafyasınıda ele aldığımız zaman o da hem filme hem de rolüne fazlasıyla yakışmış. Steve Buscemi her zamanki gibi, yine başarılı yine çirkin. Bu arada fanları onu "Dünyanın en güzel "çirkin adamı"" seçmişler bir kaç sene önce, isabet olmuş.
Rodriguez'in üstadına yalakalık durumu demekki 95ten beri var. Burada da Tarantino guest star konumunda ve bizim temel fıkralarından birinin convert edilmiş halini anlatıyor.

Benim bu filmdeki efsanem Navajas (Danny Trejo). Adamın tip zaten efsane, bir de güzel bıçak fırlatıyor filmde o ayrı güzel. Ünlü Tv-Film oyuncusu Danny Trejo, Rodriguez'in Planet Terror filminin, film öncesi fake fragmanı Machete'de de başroldeydi. Fragmanın fake olduğunu öğrendiğimde üzülmüştüm çünkü matrak bir filme benziyordu ama güzel haber IMDB'den geldi. Film çekilmiş ve şuan vizyonu bekliyormuş, ne güzel. Ama o da ne, filmde Danny Teejo dışında herkes var.

Desperado'yu izlememe ihtimaliniz yoktur diye tahmin ediyorum. Dimi? Bak izlemediysen daha fazla mağara hayatı yaşamadan topluma dön, filmi al ve izle. İzlemişseniz eğer ve aradan seneler geçtiyse siz de alın, indirin ve bir daha izleyin inanın pişman olmayacaksınız. Puanım: 7,2.

-----------------Filmi İzlemediyseniz Buradan Sonrasını Okumayın------------------

Şu, bizim elemanla hatunun yatakta otururken, Bucho'nun adamlarının kitapevini basması sırasında, Antonio'nun tripleri beni öldürüyor. Carolina şarkı söylüyor, gözler kapalı, Antonio almış eline silahları, adamların gelmesini bekliyor. Onu geçtim, bu ikisi kütüphaneden kaçarken El Mariachi 2 adama görmemiş gibi 2 tane el bombası atıyor, sonra bunlar arkalarını dönüp cool bir şekilde yürüyorlar, orada ikilinin tripler görülmeye değer. Ayıca yine bu sahnede, El Mariachi, yaklaşık bir 5-10 metreden ters balıklama atlıyor ve kaburgalarının üzerine düşüyor ama tık yok, pardon yönetmen Rodriguez di değil mi? E normal...

Seven Pounds (2008)


İnsanlığın temel taşlarından olan vicdan duygusunu hangi noktaya ulaştırabilirsiniz? Sınırları ne kadar zorlayabilirsiniz? Kendinizden ne kadar verebilirsiniz? Bütün bu sorulara çok farklı ve anlamlı yaklaşıyor, Seven Pounds.

Ben Thomas(Will Smith) iyiliksever bir vergi memurudur. Öyle ki işini yaparken bile, insanlara yaklaşımı onların iyi olup olmamalarına göre değişmektedir. Yine iyilik yaptığı kişilerden biride Emily'dir(Rosario Dawson). Emily kalp hastasıdır ve Ben onunla yakından ilgilenmeye başlar. Film genel olarak Ben'in sınır tanımayan yardımseverliğini ve içe kapanık hayatını konu almaktadır. Ben, arkadaşı ile birlikte bir planı hayata geçirmeyi kafasına koymuştur ama planın ne olduğu filmin sonuna kadar gizemini koruyor. Detaya inmiyorum çünkü benim vereceğim detaylar sizin film zevkinizden alır.

Bir filmin afişinde, Dvd Kutusunda veya internet sitesinde Will Smith isminin yazması, benim açımdan o filmi görmek için yeterli bir sebeptir. Ondaki oyunculuk yeteneği gerçekten bulunmaz Hint kumaşı niteliğinde. Bazı oyuncular komedi filmlerinde çok iyi oynarlar, bazıları aksiyon bazılarıda dram filmlerinde yıldızlaşırlar. Ama ben Will Smith'i hiç bir yere koyamıyorum. Bir insan her rolün altından başarıyla kalkabilir mi? Bu diğer oyunculara yapılmış ilahi bir haksızlık değil mi? Özellikle böyle duygu yüklü filmlerde, siyahlara özgü sempatikliğinde yansımasıyla, inanılmaz işler başarıyor Will Smith. "Pursuit of Happiness"ı da ele alırsak, dram konusunda oldukça başarılı kendisi.

Filmin kadın başrolünde Rosario Dawson var ve o da gerçekten filmin ağırlığına çok yakışmış, rolünün hakkını fazlasıyla vermiş. Ona da tam puan vermek lazım.

Filmin sonu hakkında, başlarda ve ortalarda çeşitli ipuçları var ama film asıl darbesini son 10 dakikada vuruyor. Verilen mesaj çok net ama bir o kadar da bulanık, filmi izleyince sizde bana hak vereceksiniz.

--------Buradan sonrasını filmi izlemediyseniz okumayın--------


Ben Thomas, istemeden neden olduğu kaza sonrasında, nasıl bir vicdan azabı yaşamaya başladı ki ölümüne neden olduğu 7 kişi için, bir başka yedi kişiye yeni bir hayat ve kendi canını verebiliyor. Ukalalık etmek istemem ama filmi izlemeden önce fazlasıyla yardım sever biri olduğumu düşünürdüm, hatta ölünce organlarımı bağışlamayı bile düşünüyorum. AMA.. kefaret için ölüm anımı kendim belirlemek, böyle bir projeyi ayarlayabilmek... belki insan yaşamadan bilemez, sonuçta kız arkadaşının ölümünde etkili oluyorsun (tam olarak kendisi neden oldu diyemiyorum) ama böyle bir fedakarlık yapabileceğimi düşünemiyorum.Olağanüstü.

--------Buradan öncesini filmi izlemediyseniz okumayın-----------

Yönetmen Pursuit of Happiness'ta olduğu gibi İtalyan Gabriele Muccino. İzlemediyseniz Pursuit of Happiness'ı da tavsiye ederim.

Seven Pounds'u kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum çünkü izlememek belki sizden birşey almaz ama izlerseniz siz birşeyler kazanabilirsiniz. Filmin size sorgulattığı düşünceler tamamen saf, her insanda varolan duygularla ilgili olduğu için kesinlikle belli bir izleyici profili olmayan, herkesin birşeyler bulabileceği bir film. Imdb puanı: 7,6, ideal bir not ama insan Planet Terror ile aynı puanı almasını kabullenemiyor, işte bu sitenin de sıkıntısı burada. Benim puanım da 7,6(7,5 yazcaktım da maksat ortam bozulmasın). Kardeşinizi, sevgilinizi, arkadaşınızı, annenizi yani hayatta birşeyler paylaşmayı başardığınız en az bir kişiyi alın yanınıza ve izleyin.

Son olarak, konusu gereği film biraz ağır işlediği için, gece 12 den sonra izlemeyin, dikkatiniz dağılabilir.

Planet Terror (2007)





Özellikle benim gibi 90ların çocuğu olan sinema severlerinin çoğunun Robert Rodriguez'le ciddi olarak tanışması, gençlik efsanesi The Faculty ve Desperado ile olmuştur. Desperado bir fenomendir ve bugün bile izlemesi büyük keyif verir.(Birazdan yine izleyeceğim o zaman daha fazla detaylı yorum yaparım) The Faculty ise bir sinemaseverin 9-13 yaş arasında daha kolay tatmin olması nedeniyle iyi bir yer edinmiştir.( Tamam bide kızların Josh Hartnett olayı var, Caaaaaaşş!).

Daha fazla geyik yapmadan filme geçelim. Afganistan'dan geri dönen bir grup Amerikan askeri, yanlarında bulaşıcı bir virüsle gelmişlerdir. Hepsi bu virüse yakalanmıştır ve taktıkları maske sayesinden virüsün etkilerinden korunmaktadırlar. Daha sonra virüse neden olan gaz Texas'ta yayılır ve virüs insanlara bulaşmaya başlar. Virüse yakalanan insanlar şiddet düşkünü, deforme olmuş tiplere dönüşürler ve diğer insanlara saldırmaya başlarlar. Hastalığa yakalanmamış bir grup da kurtuluş yolu aramaktadır.


Filmin oyuncularına baktığımızda, hemen dile getirmem gereken birşey var. Bruce Wills!!! Allah aşkına senin orda ne işin var. Kendisi filmde askerlerin başı olarak oynuyor ama niye? Bu sorunun sebebi Bruce Wills'de bir komutan karizmasının olmaması falan değil, adam resmen 2 saaatlik filmde 5-10 dakika görünüyor. Yakıştımı sana Bruce Baba? Hadi sen paranı aldın oynadın, ey büyük Rodriquez, sen paradan mı sıkıldın da, böyle yan bir rol için Wills'i seçtin, gereksiz masraf.

Başrollerde Rose McGowan (Cherry Darling) ve Freddy Rodriguez (Wray) var. Burada McGowan'a ayrı bi parantez açıyorum ama üstün rol yeteneği falan değil konumuz, ablamda öyle bi "albeni" varki, ne desem boş. Hazır Cherry Darling karakterine gelmişken söylemek istiyorum. Tamam yazar Rodriguez marjinal ama dizden itibaren bacağı kopan bir striptizci, nası protez yerine makinalı tüfek koyulunca bir anda natural born killer oluyor? Onu geçtim nerenle basıyosun sen o tetiğe ey Kadın!

Ben hiç bir zaman film seçerken imdb'nin etkisinde kalmam dersem doğru olmaz belki ama güvenim gittikçe azalıyor. Bu film nası 7.6 alabiliyor allah aşkına. Kafayı bulup mu oy veriyor bu millet anlamış değilim. Belki de Dünya'da uyuşturucu kullanımının arttığının dolaylı bir göstergesi. (Biraz ağır oldu galiba) Bazı filmler vardır, mantık hatası boldur ama zaman çok hızlı geçer, eğlendirir. Eğlenmedim desem belki yalan olur ama 7.6'lık da eğlenmedim. Benim bu konudaki düşüncem, yönetmenlere takıntılı tipler daha filme gitmeden veya filmi beğenmeden basıyolar puanı. Hayatımdan 2 saat çalındı desem belki abartmış olurum, izlemeyin demem ama sıkılınca değil, sıkılmaktan ölmek üzereyken izleyin. Puanım 6/10.